Money Aidat Borcu Sorgulama
Event Etkinlik Takvimi
Survey Anket

Web Sitemizi Nasıl Buldunuz ?

İstatislik Sayfa İstatisliği
  • Online Kişi   : 2

  • Kişisel           : 386094

  • Toplam         : 3439497

Köşe Yazarı › Yücel CAN › Ezber Mi, İçerik Mi?
6212 kez okundu
11/06/2008

Yücel CAN / Ezber Mi, İçerik Mi?



Bugünlerin karmaşasını yaşarken, görüntüsünün resmini anlamlandırırken ta eskilere uzanmak. Bir noktada bugünün istenmeyen tablolarının nedenini dünde aramak. Tabii ki bugünün güzelliğini ve huzur veren tablolarını da dün ile ilişkilendirmek bir o kadar önemli olsa gerek.


Uğruna canımızı feda ettiklerimiz, bağrımıza bastıklarımız, ciğerparelerimiz, gözümüzden sakındıklarımız, candan öte ruhumuz, bedenimiz olan evlatlarımız, yavrularımız… Bir yandan kendileri için kendimizi hiçe sayarak boğazımızdan, cebimizden kıstıklarımız canlarımız, biricik evlatlarımız için Cemali bir tavır, kendilerine gelen zararlar mukabilinde de Celalli davranışlar sergilediğimiz evlatlarımız!


Öte yandan gözümüz önünde hayatları mum gibi eriyen, hayatları hiçe sayılan, sokağın her türlü tehlikelerine terk edilen, bir anlık zevk karşısında dünyaları dar edilen, sağlıkları tehlikelere açık olan, ruhları örselenen, kalpleri öldürülen, bedenleri zararlara, suiistimallere, tacizlere, tecavüzlere mahzen yapılan bedenlere, çaresizlik içerisinde elleri bağlı olan körpe kuzuların çığlıklarına neden duyarsız ve tepkisiz kalıyoruz ki? Ya da neden bu konularda daha gayretli olmuyor, ben merkezli yaklaşımlarla ancak ölenler arkasında, yaşananlar arkasında ağlamaktan, ağıttan öte gidemiyoruz ki?


Hani fiziksel ihtiyaçlardan öte sevgiden mahrum ettiklerimiz, başını okşamayı bile aklımıza getirmediklerimiz, bana ne –neyime lazım tavrı takındıklarımız, kucaklaşarak bütünleştiklerimize sırt çevirdiğimiz evlatlarımız var ya!


Okula göndermediklerimiz, çalıştırdıklarımız, dilendirdiklerimiz, sokağın tehlikeleri karşısında hovardaca hayatları zindana çevrilen, suça itilenler, suç işleyenler, istismarlara, tacizlere, tecavüzlere, hastalıklara, yoksulluklara, yoksunluklara, ölümlere, teröre, özgürlüğün sonsuz aldatıcı zevk çukurlarında dertleri unutma adına kendinden geçen, hayatları da sarhoş edilerek her türlü tehlikelere terk edilen körpe bedenler, taze beyinler, masum yavrular var ya!


Yeri geldiğinde kucakladığımız ama itip kakarak dışladığımız, kendi çocuğumuz olmadığı için umursamadığımız, elimizdeki mührü vurmayı rutin kabul ederek suçlu çocuk ve gençler damgaları ne kadar gerçekçi acaba?


Gerçekten suçlu olan çocuklar ve gençler mi, yoksa onları gerçek anlamda hayata hazırlayamayan, dünya hayatını düzenlemede tek gözle bakarak eğitim ve öğretimi çok yönlü yapamayan anne ve babalar başta olmak üzere aile, okul, çevre, yani kısaca toplum mu?

Birden şu altın kelimeler tekrar okutturdu kendisini.“Evlatlarımızın çoğu babaları yüzünden cehennemle yüz yüze gelirler. Çünkü bunların babaları yalnız para ve makam kazanma hırsıyla dünya işleri arkasında koşup çocuklarını ihmal ederler.”


Bu tezat niye! Bir yandan kanımızı taşıyan biricik kuzularımız için saçlar süpürge edilirken, öte yandan gözler kapatılarak gerçekler nerden inkâr edilmeye çalışılıyor ki?


Acaba karın doyurmak, okula göndermek bir hayatın devamı için yeterli mi?
Yani bir tohumu sadece toprağa atmak büyümek, gelişmek, olgunlaşmak, ürün vermek, uzun ve sağlıklı bir ömür için yeterli mi? Tohumlar, çiçekler; toprak, hava, su, güneş isterler. Her mekânda ve her iklimde filizlenmez ki tohumlar, çiçekler. Hatta değişik toprakların farklı renkleri ile can bulur tohumlar, çiçekler, bitkiler. Yavrularımız da tıpkı tohumlar, çiçekler gibi.


Birden ta ilkokul günleri canlanıverdi gözümün önünde. O cıvıl cıvıl sesler arasında siyah önlüğe ve beyaz yakaya mecbur edilerek her sabah okuduğumuz ant içmek vardı ya! Hiç unutulur mu o günler?
İlerleyen yaşa rağmen daha yeni öğrenmiş gibi bir çırpıda her sabah heyecanla bir ağızdan yürekle okunan o andın rutinliğinden mi, bana da mı okutacaklar korkusundan mı veya başka bir sebepten mi anda geç gelmek, ant okunduktan sonra okula gitmek kaçamakları birden canlandı gözümde. Sahi her sabah okunan anda neden sadık kalınmadı ki?


Hep ezber, hep ezber. Her gün okuduk okuduk, döndük bir daha okuduk, rutin kabul ettik, bıktık, usandık. Güzel olan ifadeler kulağa hoş gelen bir hoş seda gibi geldi geçti. Sadece ağızdan okuduk, içerikten, anlamdan, gönül ikliminden yoksun kaldık. Ders olduğu için işledik. Ant ve İstiklal Marşımız dar zamanlara, dar çerçevelere, mekânlara sığdırıldı hep.


Kâinatın mükemmel küçük bir örneği, duyguların sembolü, sevginin, şefkatin, güzelliğin, aşkın, muhabbetin hayatın anlamlı desenleri, yarınlarımız olan çocuklarımız her sabah andı okurken “…Türküm…” ifadesinin içeriğinden, Türkün vasıflarından, farklılığından, değerlerinden, inançlarından, yani muhtevadan yeterince haberdar mı acaba?


Hayatımızın renga renk, desen desen efsunlu kokuları olan çiçekleri, gülleri olan yavrularımız “…doğruyum, çalışkanım…” derken hayatın doğrularından, yanlışlarından, estetiğinden, özelliklerinden gerçek anlamda istifade edebildi mi?


Eğitim ve öğretim hayat ile başlayan bir süreç, insanı, çocukları, gençleri yetiştirmek de ince bir sanat olduğuna göre; doğruluk, iyilik, estetik, güzellik, değerlerimiz ve kutsallarımız çocuklar için gerçekten vaz geçilmez bir değer olarak hayat tarzının süslü motifleri oldu mu acaba?

Yasa olarak ifade ettiğimiz “… küçükleri korumak, büyüklerimi saymak…” gibi güzel ifadeler karşısında neden zayıflar, küçükler eziliyor, büyükler göz ardı ediliyor ki?

O halde işler sadece yapılmanın ötesinde aynı zamanda bir gönül işi olmalı, hizmet yarışında toplumun her katmanında bir nefer olmalı insan. Okullar da eğitim ve öğretim ile sınırlı olmamalı. Dahası yirmi dört saat değişik hizmetlere ev sahipliği yapmalı bu güzel kurumlar. Yeterli mi? Hayır.


Maalesef toplum olarak daha çok hayatı tecrübe ile yaşayarak, deneme-yanılma yoluyla insan, zaman, mekân, kaynak israfıyla öğreniyoruz. En kolay metot olan önleyici tarz yerine tedavi edici bir yolla da hastalıklardan kurtulamıyor, ya da izlerini silemiyoruz hayatımızda.


İnsana insan olduğu, insan olmanın kutsallığı, kâinatın en mükemmel sanat eseri olduğu, sorumluluk duygusu, sevgi, muhabbet, şefkat, hak kavramı, inançlar, değerler sistemi gerçek anlamda ezberden öte hayat tarzı olarak dünyamızda yer alsaydı, insan önce kendisini ve daha sonra diğer insanları tanıyıp sevseydi insan kendisine, diğer insanlara, çevresine zarar vererek izlenmeye, sıkı denetimlere, asayişin sağlanmasına, istenmeyen manzaraları baş döndürürcesine yaşanır mıydı? Karıncayı bile incitmekten korkan bir insan insanlara nasıl zarar versin ki?


Asıl mesele insanın insan olduğunun farkına vararak ruhunu günahlardan, kötülüklerden, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak akıl kuvvetini ufuklar dünyasında gönül iklimi ile bütünleştirerek, şehvet ve ihtiras duygularını edepli bir şekilde kullanarak, kızgınlıklarını, benliklerindeki sıkıntılarını kendine ve insanlara zarar vermeme kahramanlığını gösterek hayatını huzurlu ve anlamlı bir şekilde yaşayabilmesidir. Ezberden öte, içerik ve sorumluluk duygusu içerisinde hayatı mutlu ve umutlu bir şekilde yaşayarak gayesi olan bir hayatta ölümsüzleşmek. Yani asıl mesele şekilden öte, gerçek anlamda insan olabilmektir.

Tüm Yazılar için Tıklayınız