Prof. Dr. Mutlu TÜRKMEN / Müslümanların iktidarına engel olmak!
Uzunca zamandır kendilerini dünyaya nizam vermekle yükümlü hissedenlerin Türkiye’nin çıkışlarından rahatsızlık duydukları aşikârdı. Bu güçler, Türkiye’de atılan her önemli adımın, özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın her önemli girişiminin hemen arifesinde veya bu hamlelerle eşzamanlı olarak ülkemizin gündemine bomba gibi düşen karşı hamleler yapmaktan çekinmiyordu.
Ülkemizin gelişiminden ve çok boyutlu bir uluslararası ilişkiler stratejisini kurgulamasından rahatsızlık duyan bu güçlerin, ülke siyasetine yön tayin etmek için başvurdukları spekülatif eylemler birbiri ardına boşa çıkarıldı.
Ancak girişimlerinden beklediği sonucu elde edemeyen şer odaklar, zaman içerisinde taktik değiştirerek hükümete ve başbakana yolun başından beri açıktan destek sağlayan bir camiayı yanlarına almayı başardı. Böylelikle iktidara adeta ortaklık eden bu camia, son üç yıl içerisinde çok farklı bir siyaset geliştirerek, hükümete istikamet tayin etme vazifesine koyuluverdi. Veya bir başka yaklaşımla, baştan beri var olan fakat ‘gizlenen siyasetini’ faş etmek zorunda kaldı!
Bu sürecin başında, Doğu Akdeniz’de uluslararası açık sularda vahşice canına kıyılan kahraman kardeşlerimize ‘şehit’ demekten bile imtina eden camia lideri ve ona yakın idari - adli bürokratların MİT müsteşarı Hakan Fidan’dan duydukları rahatsızlık sıklıkla gündeme geliyordu. Zira Fidan, ülkenin istihbarat yapısını gerçek anlamda ‘millileştirmek’ adına yaptığına hamlelerle, bu grupların devleti kontrol altına almasının da önüne geçiyordu. Sahne arkasında tırmanan gerilim, Fidan’ın KCK davası ekseninde ifadeye çağrılmasıyla patlak verdi. Hiçbir kimsenin camia bağlantılı olarak atıldığına dair tereddüt etmediği bu adım, taraflar arasında köprülerin atılması anlamını taşıyordu.
Devam eden süreçte birçok değişik itici güçle patlak veren Gezi olaylarında da camianın kanaat önderleri, yazar-çizerleri ve özellikle de savaşı fişeklemekle görevli olan ‘top-sakallı manipülatör çetesi’ açıktan Erdoğan karşıtı bir kampanyanın içerisinde yer aldı.
Daha sonra Erdoğan’ın pozisyonunu yeniden tahkim ederek, gücünü toparlayıp dershaneler üzerinden karşı atağa geçtiği bir süreçte (süreç en basit anlatımıyla sıradan vatandaşta böyle bir anlamsal karşılık bulmuştur) aniden birbirinden bağımsız üç ayrı soruşturma ülke gündemine bomba gibi düştü… Ortalığa saçılan dolar görüntüleri, kasa, para sayma makinesi, imam-hatip figürlerinin ön plana çıkarılarak servis edilen soruşturmalar, ülkemizi kasıp kavurmakla kalmadı, Erdoğan ve Türkiye’nin popüler olduğu tüm coğrafyalarda ‘soğuk duş etkisi’ yarattı. Top-sakallı manipülatör çetenin de aylar öncesinden sosyal medya üzerinden yaptığı uyarılara (belki de tehdit demeliyim) paralel olarak gelişen/gerçekleşen bu süreçte, başta bakanlar olmak üzere, hükümet, Ak Parti, Erdoğan ve hatta Türkiye bir bütün olarak büyük bir itibar kaybına uğradı.
Erdoğan ve çevresinin çok haklı olarak dış güçlere işaret ettiği bu itibarsızlaştırma sürecinin faturası oldukça ağır oldu ve olmaya da devam edecektir.
Tabi ki itibarsızlaştırma tek taraflı olarak gerçekleşmemiş, ‘hoşgörü’, ‘uzlaşı’, ‘diyalog’ önderi olarak bilinen Fethullah hoca yaptığı bedduayla -her ne kadar da muhiplerince mülaane (lanetleşme) diye tevil edilmeye çalışılsa da- geniş kitlelerin tepkisini çekmiştir. Bu tepki de Erdoğan taraftarlarınca refleksif olarak yapılan karşıt itibarsızlaştırma sürecinin ateşleyicisi olmuştur. Böylelikle süreç İslami hassasiyetleri ön planda duran toplum kesimlerinin arasına büyük bir nifak girmesiyle ilerlemeye devam etmektedir.
Şahsım adına olup bitenlerden büyük üzüntü duyan bir vatandaş olarak, yaşanan bu süreçte rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun eksikliğini hissettim. Hükümeti devirmek adına ikinci dalgayı pohpohlayan güçlü camia ve medyasının tavrını ibretle izledim, izliyorum da. Her ne kadar da camiadan arada bir Hüseyin Gülerce gibi “Gemi batarsa hep beraber batarız”, veya A. Turan Alkan gibi “Ben ve benim gibiler CHP’ye oy vermez” diyenler çıksa da, hükümeti devirmek adına her türlü yolu mubah gören geniş bir kitle ile karşı karşıyayız. Bu proje belki de camiaya istikamet tayin eden bazı liderlerin ‘birincil’ görevidir. Ancak geniş kitlelerin bu çizgide yürümesini sadece basit bir akıl tutulması olarak okuyorum.
İşte tam da bu noktada rahmetli Muhsin beyin, Refahyol hükümetinin kuruluşu dolayımında söylediği, “Ben kendime Müslümanların iktidarına engel oldu dedirtmem” çıkışı aklıma geliyor! İslami bir dünya görüşünü benimsemiş olmasına rağmen, siyasete mesafe koymuş genç bir üniversite öğrencisi iken karşılaştığım bu çıkış, rahmetli ile aramda gerçek bir gönül bağı kurmama da vesile olmuştur.
İşte bugün hayal kırıklığına uğramış olmamın gerekçesi de aynı noktada saklı. İslami referanslarıyla anılan, bilinen ve dünya çapında örgütlenmiş bir cemaatin, sadece ülkemizde, bölgemizde değil, tüm dünyada İslami siyasetin en önemli lideri olan Tayyip Erdoğan’a karşı başlatılan operasyonun ‘maşası’ haline gelebilmesini anlayamıyorum. Sadece Türkiye’nin değil, tüm İslam dünyasının, hatta tüm mazlum toplumların umuduna dönüşen bir liderin, ucuz bir siyasetle harcanmaya çalışılmasına katlanamıyorum.
Şüphesiz hiçbir vatandaşımız, özellikle de İslami hassasiyetleri bulunan hiçbir kimse en ufak bir yolsuzluk ithamını küçümsemez ve görmezden gelmez. Hırsızlığı, haksızlığı, yolsuzluğu meşrulaştırmak bir yana bunlara zerre miskal tevessül etmez. Hatta dünya lideri bile olsa siyasal liderinin totaliter bir tutum takınmasını benimsemez. Ama ferasetli Müslümanlar tam da Muhsin beyin yaptığı gibi, manipülasyon perdesinin arkasından Müslümanların iktidarına engel olunmasına da izin vermez!
Erdoğan’ın kaybetmesi asla camiaya kazandırmaz. Erdoğan’ın kaybetmesi camia için olsa olsa Atilla Yayla’nın tanımladığı gibi bir ‘pirus zaferi’ olur! Bunun da üzerinde bir sonraki yazımda duracağım inşallah.
Necip Fazıl’la bitirelim…
Sözde İslam... Bir ferdi bir ferdine kaynamaz;
Bu halle utanmadan, camide saf saf namaz!