Money Aidat Borcu Sorgulama
Event Etkinlik Takvimi
Survey Anket

Web Sitemizi Nasıl Buldunuz ?

İstatislik Sayfa İstatisliği
  • Online Kişi   : 3

  • Kişisel           : 381189

  • Toplam         : 3411625

Anasayfa » I.ULUSLARARASI BİLİM VE TOPLUM KONGRESİ İDARECİ VE BÜROKRATLAR BİRLİĞİ PANELLERİ

I.ULUSLARARASI BİLİM VE TOPLUM KONGRESİ İDARECİ VE BÜROKRATLAR BİRLİĞİ PANELLERİ

Çıktı Al
920 kez okundu
01 Ocak 1970
I.ULUSLARARASI BİLİM VE TOPLUM KONGRESİ İDARECİ VE BÜROKRATLAR BİRLİĞİ PANELLERİ


I.ULUSLARARASI BİLİM VE TOPLUM KONGRESİ İDARECİ VE BÜROKRATLAR BİRLİĞİ PANELLERİ

 [imagebrowser id=30]

İDARECİ VE BÜROKRATLAR BİRLİĞİ DERNEĞİ GENEL BAŞKANI YÜCEL CAN KONGRE VE PANEL İLE İLGİLİ OLARAK ŞU GENEL BİLGİLERİ İFADE ETTİ: "DERNEĞİMİZİN DE KATILMIŞ OLDUĞU ULUSLARARASI KONGREDE İLK KEZ ULUSLARARASI DÜZEYDE ÜÇ PANEL İLE DERNEĞİMİZ ÇOK ÖZEL VE ANLAMLI BİR PROGRAM TAKDİM ETTİ. ÖNCELİKLE PROGRAM KOORDİNASYON GÖREVLİSİ OLARAK GÖREV ALDIĞIMIZ BU ULUSLARARASI KONGREYE KATILIMIMIZA VESİLE OLAN DR. MUTLU TÜRKMEN'E TEŞEKKÜRÜ UNUTMAMAK GEREKİR.İŞTE "ULUSLAR ARASI İLK KONGREMİZ; BÜROKRATİK DEVLETTEN DEMOKRATİK DEVLETE ANAYASA İDARECİ VE BÜROKRATLAR BİRLİĞİ PANELİ"

 

TÜRKİYE’DE ATANMIŞLARIN ÜSTÜNLÜĞÜNDEN SEÇİLMİŞLERİN ÜSTÜNLÜĞÜNE ULAŞMANIN BİR YOLU VAR MI?


Yrd. Doç. Dr. Adnan KÜÇÜK[1]


Demokratik devletin temel ilkelerinden birisi de seçilmişlerin üstünlüğü ilksidir. Şayet bir ülkede bu ilke mevcut değil ise, yani siyasi topluma ilişkin temel kararlar, seçilmişlerin belirleyiciliğinde alınamıyorsa o ülkede demokrasinin varlığından söz edilemez. Türkiye’de 1876 yılından bu yana, demokrasi idaresi mevcuttur. Fakat demokrasi yönetimi süreklilik arz edememiştir. 1876 denemesi çok kısa sürmüş; yerini istibdada bırakmıştır. 1908 sonrası dönemde de demokratik yönetimin ömrü ancak yaklaşık 4 yıl sürmüştür. 1920’de tekrardan dirilen demokrasi, 1924 sonrası dönemde tekrardan yerini tek parti rejimine bırakmıştır. 1946’da çok partili hayata, 1950 yılında da demokrasiye geçildi. Başta 27 Mayıs 1961 askeri darbesi olmak üzere devam eden yıllarda muhtelif defalar demokratik yönetimde inkıtalar yaşandı. Bütün bu gel-gitlerin temelinde, atanmışların bir türlü seçilmişlerin iradesine tabi olmak istememesi düşüncesi yer almaktadır. Türkiye’de bürokratik gelenek o kadar güçlü ki, şartlar oluştuğu zaman, derhal demokratik yönetime son verilebilmektedir. Askeri bürokrasinin siyasi hayata müdahaleleri, sadece doğrudan askeri darbeler yolu ile olmamakta, Milli Güvenlik Kurulu gibi bazı kurumlar vasıtasıyla da etkili olabilmektedirler. Bazen de dönemin şartlarına bağlı olarak kamuoyuna verilen mesajlarla da seçilmişler üzerinde etkili olunabilmektedir. Bütün bu etkileme ve salınan korkular sebebiyle, seçilmişlerin büyük ölçüde atanmışlara karşı çekingen davrandıkları, bazı politikaları, bu çekingenlik sebebiyle icra aşamasına geçiremedikleri görülmektedir. Diğer yandan, atanmışların etkinliği sadece askeri bürokrasi merkezli de değildir. Bunu yerel yönetimlerden TBMM’nin kanun yapmasına varıncaya kadar müşahade etmek mümkündür. Bir demokratik sistemde, yerel yönetimler, demokrasinin, yerel ölçekte toplumun kılcal damarlarına kadar yayılması olarak nitelenebilse de, Türkiye’de benimsenen “idari vesayet” denetimi vasıtasıyla, yerel yönetim birimlerinin seçilmiş organları, atanmış bürokrasinin vesayetçi belirleyiciliğine tabi kılınmıştır. Keza, milletvekillerinin yasama faaliyetlerine ilişkin donanımlarındaki zaafiyetler sebebiyle, çoğu kereler kanunlar bürokratlar tarafından hazırlanır, TBMM de, bu kanunları aynen kabul eder. Milletvekilleri bu donanım eksikliği sebebiyle çoğu kereler neye oy verdiklerini bile bilememektedirler. Bu tebliğde, Türkiye’de atanmışların üstünlüğüne dayalı bu sistemden “seçilmişlerin üstünlüğü”ne dayalı demokratik sisteme geçebilmenin yolları gösterilecektir.








  1. 1.    ULUSLARARASI KÜLTÜR VE TOPLUM KONGRESİ  ANAYASA PANELİ

  2. 1.           Uluslararası Kültür ve Toplum Kongresi  bünyesinde oluşturulan Anayasa Paneli’nde Toplumu Anlamak ve Kültürün Bilimsel Kodları derinliğinde  oluşturulacak yeni Anayasa ile ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.


“Bir zamanlar bizde millet, hemde nasıl milletmişiz, gelmişiz cihana, milliyet nedir öğretmişiz”…

Bürokrasinin sadeleşmesi ve idarenin şeffaflaşması hususunda yönetenlerle yönetilenler arasında iletişimin kuvvetlenmesi, idarede liyakat sistemi ve insani değerlerin etkinliğinin artırılması ve toplumla idareyi kaynaştırmak önceliklerimizdendir.

Bizim insanlarımız bürokratların kapılarında bekleyecek, bugün git yarın gel anlayışına layık olacak bir millet değildir.  “İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın” felsefesinden hareketle toplumumuzun maddi, manevi ve etik değerlerini de düşünerek insanı merkeze koyan, yeni bir Anayasanın tanzim edilmesi zorunlu hale gelmiştir.

Toplumsal farklılıkların bir arada huzur içinde yaşatılabilmesinin, Devlet ve millet kaynaşmasının gerçekleşebilmesinin, yıpranan sistemin düzeltilmesinin temel şartı, demokratik rejimin güçlendirilmesi ve insanı herşeyin odağına koyan bir anlayışın egemen olmasıyla mümkündür.

Anayasamız toplumun bütün kesimleri tarafından daha kolay anlaşılmalı, uslup bakımından sadeleştirilmeli ve metin olarak da kısaltmalara gidilmelidir. Ben bir anayasayı yapıyorsam iyi siz yapıyorsanız kötü anlayışını da terk etmemiz gerekir. Hiç kimseyi öteki olarak görmemeliyiz. Çünkü çoğunluğun görüşü alınarak oluşturulan bir anayasanın şeffaflık, katılımcılık,  adalet ve eşitlik anlamında etkisinin ve temsil yeteneğinin realitesi son derece önemlidir. Bu ülke bizim, bu insanlar bizim insanımız ve bu topraklar bizim topraklarımız…

 “Kim var diye seslenildiğinde de ardına ve önüne bakmadan ben varım cevabını veren, benim olmadığım yerde kimse yoktur fikrini besleyen“ bir milletin evlatları olarak hepimiz hükümetimize, devletimize elimizden gelen katkıyı da sağlamamız gerekir…

Anayasamızda hukuk ve yargı bağlamında da  köklü birtakım reformlara ihtiyaç vardır. Geç gelen adalet, adalet değildir. Bunun için İstinaf Mahkemeleri faaliyete geçirilerek, uzlaşma ve uyuşma alternatifleri düzenlenmeli, mahkemeye gidilmeden de sorunların çözümü sağlanmalıdır. Yargıda basın sözcüleri oluşturularak yargı ile basın ilişkileri de sağlam bir zemine oturtulmalıdır.

Yerinden yönetim, merkezden yönetim ilkelerinin yetki genişliği de göz önünde bulundurularak yeni Anayasa çalışmaları kapsamında sonuç odaklı, adaletli ve uygulanabilir olması gerekir.

Hak, adalet, özgürlük ve eşitlik gibi konular insanoğlunun bütün zamanlar boyunca gündemini oluşturan en önemli meselelerin başında yer almıştır. Yönetsel demokrasiyi pozitif hukuk düzeni içerisinde işler kılmak amacıyla, var olan yasama, yargı ve öteki başvuru mekanizmalarına ek olarak, yönetimin eylem ve işlemleriyle ilgili yakınmalarını; bağımsız ve işinde uzman bir organ aracılığıyla çözmelerine olanak sağlayan; bireylerin zedelenmiş adalet duygularını onarmaya yardımcı olan bir kurumun varlığı kaçınılmazdır. Buda Ombudsmanlık Kurumu’dur.

Ombudsmanlık halk adına avukatlık yapmak, halkın yerine kendini koymak, bir bakıma adalet doktorluğu yapmak,  birey ile bürokrasi, toplum ile devlet  arasında devlet millet kaynaşmasını sağlayan aracı bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ombudsman;  temsilci, sözcü, koruyucu, arabulucu, hakem, gözü kulağı halkın üzerinde olan insan anlamlarına da gelmektedir.

Ombudsmanlık Kurumu’nun Osmanlıdan alındığı bilinen bir gerçektir. Avrupa, Amerika ve diğer ülkelerdeki yaklaşık 65-70 ülkede farklı şekilde uygulanmaktadır. Bizim ülkemizde de Osmalıda  Divanı Mezalim, Divanı Hümayun, Kadılık ve Ahilik sistemlerinden etkilenilerek başka ülkelerin özellikle Avrupa’nın alıntı yaptığı bir kurumdur. Halk artık hukuk ile arasındaki anlaşmazlıkları da bu kurum vasıtasıyla rahatlıkla çözebilmelidir.

Önümüzdeki dönemlerde bu kurum Yarı Başkanlık Sistemi ve Başkanlık Sistemi’nin tartışıldığı bir dönemde gündeme damgasını vuracaktır. Şu olabilir; Fransadaki yarı başkanlık Sistemi ve Amerikadaki Başkanlık Sistemi’nin tam şekli model olarak alınmakla birlikte, esas itibari ile Osmanlı Devlet modelinin köklü sistemlerinden de yola çıkılarak bir ortak model oluşturulabilir. Biz hoşgörünün kaynağından gelen bir toplumuz. Şeyh Edebalileri, Akşemseddinleri, Hacı Bektaş Velileri, Hacı Bayram Velileri, Yunus Emreleri, Şems Tebrizileri ve Mevlanaları yetiştiren bu topraklardır…

Devlet yönetiminde adaletin ve eşitliğin bütün kurumlara yerleştirilmesi de çok önemli bir husustur. “Hukukun kuvveti azalırsa elbette ki kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlayacaktır”…

Bilim ve teknolojinin değiştiği iletişimin doruk noktaya geldiği günümüzde, Anayasamızda bir başka önemli hususta özgürlükler meselesidir. Herkes özgür olmalıdır, özgürce düşüncesini çıkıp söyleyebilmelidir. İnsanların düşüncelerine katılmayabiliriz ama özgürlüklerini garanti altına almamız millet ve Devlet kaynaşması bağlamında son derece önemlidir.

Bürokratik Devletten, Demokratik devlete diyoruz ya yeni Anayasa ile birlikte özgürlükler bağlamında Türkü, kürdü sağcısı, solcusu, laik, anti laik, alevi, sünni, lazı çerkezi abazası, boşnağı ve azınlık vatandaşlarımızın birtakım hakları güvence altına alınmalıdır. Devlet hepimizin devletidir… Ama bu vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünden ve önemli hassasiyetlerden taviz vermeden hakkaniyet noktasında yerine getirilmelidir.

Sonuç olarak Sorumluluktan kaçmamalı, bizim için birilerinin düşünmesini beklememeliyiz. Sen varsan birileri vardır, siz varsanız, biz varsak birileri vardır demektir…

Önümüzdeki dönemlerde çocuklarımızın geleceğe umutla bakacağı yarınların olması dileğiyle, geleceğiniz aydınlık, umutlarınız daim olsun, Allah yar ve yardımcımız olsun.

Hepinize saygılar sunuyorum.

Yusuf GÖKDOĞAN


Yazar-Siyaset Bilimci


İdareci ve Bürokratlar Birliği


 Genel Başkan Yardımcısı


 


 


 


 


BUROKRATIK DEVLETTEN DEMOKRATİK DEVLETE YENİ ANAYASA[1]

                                                        Prof. Dr. Hasan Tahsin FENDOGLU[2]

 

 

TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu bugüne kadar yeni anayasamızın dokuz maddesini yazmış, kalanını da bu yılın sonuna kadar yazmaya devam etmektedir. Böylece yeni anayasanın yazım süreci başlatılmış, dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. Bu yoldan geri dönüş imkânsız hale gelmiş, yol kazasının hesabı daha da büyümüştür.

 

Gelinen bugünkü süreçte yeni anayasanın geciktiği söylenemez, çünkü “erken davranmak da geç davranmak gibi tehlikelidir”.

 

1982 Anayasası, temeli bozuk olduğu için yapıldığı günden bugüne tartışılan bir anayasa olmuştur. 1982 anayasası halkına güvenmeyen, vesayet kokan, hukuken meşru olsa da demokratik açıdan meşru olmayan bir anayasadır. Bugüne kadar yapılan 18 değişiklikle çoğu maddesi değiştirilen, insicamı pek de iyi olmayan bir anayasadır. 1982 Anayasası’nın kurduğu düzen, bürokratların oynadığı bir maça benzemektedir. Nihai kararı siyasilerden ziyade bürokratların verdiği, halkın 4 yılda bir görüş verdiği bir sistem. 12 Eylül sisteminin insana yeterince değer verdiği söylenebilir mi?

 

Anayasacılıkta anayasa halkı korurken, 1982 Anayasası devleti korumakta; çağdaş demokrasilerde demokrasi tam porsiyon iken 1982 Anayasası çeyrek porsiyondur.

 

Bu anayasa ile yeni sorunlar üremiştir. 12 Haziran 2011 Milletvekili genel seçimleri sonrasında YSK’nun kararı, anayasanın sorun oluşturduğunu gösterebilir. Keza basının da desteği ile “411 el kaosa kalktı” şeklinde başlıklar atılırken, anayasanın 10 ve 42 inci maddelerinde yapılan değişiklikler Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmişti. TBMM’nin toplantı nisabı hep 184 milletvekilinin varlığı olarak anlaşılmışken, bu kez 367 olarak kabulü gibi tartışmaların dünyada bir benzerini bulmak çok zordur. Danıştay’ın yine bu anayasa zamanında verdiği katsayı uygulamasıyla ilgili yerindelik kararları hala hafızalardadır.

 

İfade özgürlüğü konusunda da defolu olan 1982 Anayasası’na göre, din özgürlüğünün yeterli olduğu söylenemez. Oysa örneğin 1787 tarihli ABD Anayasası’na 1791 yılında eklenen 10 uncu madde ile “ABD Kongresi’nin din vazedemeyeceği, bir dini yasaklayamayacağı, ifade özgürlüğünü yasaklayamayacağı ve böyle bir kanun yapamayacağı” ortada iken 1982 Anayasası, Türkiye’ye çok dar ufuklar çizmiştir.

 

1982 anayasasının mimarları olan Kenan Evren ve arkadaşlarının aleyhindeki iddianame kabul edilmiş olup, darbeciler Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaktadırlar. Esasen 12 Eylül 1980 günlerinden kalan işkence iddiaları, Diyarbakır Cezaevi’ndeki iddialar ve terör örgütü çekirdek kadrosunun bu iddialardan beslenen örgüt kuruluş çalışmaları günümüzde tartışılmaktadır. 1982 Anayasası’nı yapanlar hiç de hayırla yad edilmiyorlar. Türkiye’nin bugün en önemli sorunu olan terör sorununun çıkışında 12 Eylül yöneticilerinin katkısı vardır. Hatırlanacağı üzere o tarihlerde bazı anadiller yasaklanmıştı.

 

Kuruluşunda 12 Eylül rejiminin büyük vebali olan teröre, Türkiye bütçesinin önemli bir bölümü ayrılmaktadır.

 

Yeni yapılacak olan olası 2013 Anayasası’nda sorunlu olan konular sayılıdır; bunlar anayasanın dibacesi, değiştirilemez maddeler, etnisite, anadil, parti kapatma, vatandaşlık, sivil asker ilişkileri ve yerinden yönetim gibi konulardır.

 

Yeni anayasada YSK, YAŞ ve HSYK kararlarına karşı itirazın kapsamı genişletilmelidir.

 

Yeni anayasa ile zihinsel bir devrim yapılmalı, sessiz devrim sürdürülmeli, devletin insan için olduğu belirtilmelidir. Devlet bürokratik cumhuriyetten demokratik cumhuriyete evrilmeli, yasama yütütme ve yargı üzerinden vesayet kalkmalıdır. 12 Eylül 2010 tarihli halkoylamasında % 58 oyla kabul edilen 26 maddelik anayasa değişikliğinden geriye doğru dönüş olmamalı; Genelkurmay Başkanlığı, Başbakanlığa değil Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olmalıdır. Anayasa asla ideolojik olmamalı, evrensel değerlere göre düzenlenmeli, yargı birliği sağlanmalı, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) ve Askeri Yargıtay (AsY) gibi hiçbir çağdaş ülkede bulunmayan birimler, ait oldukları Yüksek Mahkemelere (Danıştay’a ve Yargıtay’a) bağlanmalıdırlar.

 

Yeni anayasa az-öz çerçeve anayasa olmalıdır. 1787 tarihli ABD Anayasası 7 maddeden (8 sayfa) ibaret iken, 1982 Anayasası 177+ 19 geçici madde olmak üzere yaklaşık 200 maddeden (38 sayfa) ibarettir. Yeni anayasa, insan onurunu esas alan bir yapıda olmalı, insan merkezli anayasacılığın özelliklerini taşımalıdır. Ülkemizin demokrasi açığının kapatılmasında katkısı olmalı, barış ve sevgi dili kullanılmalı, dışlama ve tahakküm anlamına gelebilecek kavramlardan sakınılmalıdır.

 

Yeni anayasa yapılıncaya kadar, yol temizliği düşünülebilir; yeni döneme hazırlık olmak üzere bu arada bazı anayasal ve yasal değişiklikler yapılabilir. Yeni anayasa sonuçta, Mecliste bulunan dört siyasal partinin değil, milletin anayasası olmalıdır. Aksi takdirde 1982 Anayasası gibi, yapıldığı andan itibaren anayasa eleştirilecek ve kredisi düşebilecektir. Yeni anayasa mutlaka referanduma sunulmalıdır. Yeni anayasa ile toplumda taze bir başlangıç yapılmalıdır. Devlet hâkim değil hadim olmalıdır. Çetelerin, faili meçhullerin yerinin olmadığı, insan haklarına dayanan yeni bir yapı ve medeniyet inşa edilmelidir. Yeni anayasa çatışmacı, ayrışmacı veya ayrıştırmacı olmamalıdır. Türkiye yeni bir çoğulcu döneme girmelidir.

 

Yeni anayasa, çatışma ve korku belgesi olmamalıdır. “Değiştirilemez” ve “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” şeklindeki maddeler darbe ürünüdür. 1921–1924 anayasalarında “değiştirilemez” ve “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” şeklinde, geleceği ipotek altına alan maddeler yoktur. 1961 Anayasası’nda sadece bir madde dokunulmaz idi (Cumhuriyet). Oysa 1982 Anayasası ile dokunulmaz madde sayısı 3 e çıkarılmıştır. Dokunulamaz madde (tabu), anayasal teamülümüzde olmayıp, darbe anayasalarına özgü bir durumdur. Evrensel ilkelere uygun, ideolojik olmayan değiştirilemez maddelerin yeni anayasada bulunması da mümkündür. “Anayasal vatandaşlık” kavramı getirilmelidir. 1982 Anayasası’nın 66 ıncı maddesi 1924 Anayasası’nın 88 inci maddesinin çok gerisindedir. 1961 ve 1982 Anayasaları, 1924 Anayasası’nın daha gerisine düşmüştür.

 

Siyasi partilerin kapatılma gerekçeleri Venedik Kriterleri’ne uymalı, şiddet, ırkçılık ve nefret kavramlarına inhisar ettirilmelidir. Odak olma hali mahkeme kararlarına dayandırılmalıdır. Üniter devlet esasları içerisinde yerel yönetimler güçlendirilmelidir. Resmi dil ile anadil kavramları ayrılmalıdır. 1924 Anayasası’na göre daha geriye düşen bugünkü anayasal yapıdaki anadil kısıtlamaları kaldırılmalıdır.  Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ya üye seçimlerinde TBMM’nin yetkisi artırılmalıdır. Anayasanın 90 ıncı maddesi son fıkrası yeniden değerlendirilmelidir. Yüce Divan görevi, bu konuda daha uzman olan Yargıtay’a (Ceza Genel Kurulu’na veya ilgili daireye) verilmelidir.

 








[1] Bu yazı İdareci ve Bürokratlar Birliği tarafından 28.6.2012 tarihinde Ankara’da Ankara BB Necip Fazıl Konferans Salonunda düzenlenen “Bürokratik Devletten Demokratik Devlete” konulu panel için hazırlanmıştır.




[2] Anayasa Hukukçusu.

 

 

İnstitutio ve Constitutio Anayasa Modelleri Bağlamında Bürokratik Devletten Demokratik Devlete Geçiş


Ülkemizde Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte, inşa edici iradenin tasavvuruna uygun olarak, merkeziyetçi bürokratik bir ulus devleti inşa edilmişti. 1923’ten sonra yürürlüğe giren bütün anayasalar devletçi bir anlayış çerçevesinde yapılmış ve temel kaygıları birey ve onun temel haklarını güvence altına almak yerine merkezin değerlerini, kamunun menfaatini ve resmi ideolojiyi çevreye karşı korumak olmuştur. Bu modele uygun anayasalara “institutio” denilmektedir. Bu kavram refleksleri hikmet-i hükümete dayanan, güçlü bir bürokrasiye ve bürokratik geleneğe sahip anayasa tiplerini tanımlamakta.

Bu bürokratik-devletçi modelin karşısında yer alan anayasalara ise “constitutio” denir. Bu anayasa tipinin merkezinde devlet değil birey, insan onuru ve insan hakları yer alır. Anayasa kişileri devlet iktidarına karşı, insan onuru ve temel hak ve özgürlüklerinden yola çıkararak, korur. “İnstitutio” devlet merkezli bir siyasal ve hukuk sistemi tasavvur ettiğinden “hukuk devleti” nosyonu bu düzende henüz yerleşmiş değildir. Burada “hukuk devleti”nden değil “devletin hukuku”ndan bahsetmek daha doğru olur. Hâlbuki “constitutio” modelinde insan hakları anayasal statüye sahiptir, devletten önce gelir ve hukuk kuralları devlet iktidarını bireylerin temel hak ve hürriyeti lehine etkin bir biçimde sınırlar. Burada insan haklarının tanınması ve korunması asıl, sınırlandırılması ise istisnadır. Onun için bu düzende anayasa mahkemesi “in dubio pro libertate” (kuşku halinde hürriyetler lehine karar verme) kuralını anayasa yargısının temel ilkelerinden biri haline getirmiştir. Oysa “institutio” temelli bir anayasada “in dubio pro communitate” (yani kuşku halinde kurum/toplum lehine karar verme) prensibi daha çok hâkimdir.

Ayrıca devlet merkezli bir anayasa metninin ilk kısmında önce devlet, kurumları ve varsa ideolojisi düzenlenir, ancak ondan sonraki bölümlerde bireyin temel hak ve özgürlükleri üzerinde durulur. Buna karşın birey ve özgürlükler merkezli “constitutio”da önce insan ve onun temel hakları, sonra devletin yapısı ile ilgili maddeler gelir. Hatta bu tip anayasalar insan onurunun dokunulmazlığı ile başlarlar; bununla devletin araç insanın ise amaç olduğu vurgulanmaktadır.

Tipik bir “institutio” modelli bürokratik anayasa olan 1982 anayasasından demokratik-liberal bir “constitutio” nosyonuna dayalı bir anayasaya geçilmek isteniyorsa, yeni yapılacak anayasa metninde önce insan onuru, daha sonra diğer temel hak ve özgürlükler, ondan sonra da devletin yapısını düzenleyen hususlar gelmelidir. Bunun yanında yeni yapılacak bir anayasada her hangi bir resmi ideolojiye yer verilmemelidir; ancak bu şartla şu anda hukukun maruz kaldığı “ideolojik kirlenmenin” önüne geçilebilir.