Money Aidat Borcu Sorgulama
Event Etkinlik Takvimi
Survey Anket

Web Sitemizi Nasıl Buldunuz ?

İstatislik Sayfa İstatisliği
  • Online Kişi   : 5

  • Kişisel           : 379490

  • Toplam         : 3406467

Köşe Yazarı › Prof. Dr. Mutlu TÜRKMEN › Kimlik bunalımı; Lozan’dan günümüze Türk kimliği
15642 kez okundu
13/05/2016

Prof. Dr. Mutlu TÜRKMEN / Kimlik bunalımı; Lozan’dan günümüze Türk kimliği



Kimlik bunalımı; Lozan’dan günümüze Türk kimliği


Yaşadığımız topraklar üzerinde sayısız bölgesel ve küresel meydan okumalara maruz kalan bir toplumuz. Bu coğrafyanın sakinleri olarak, bir olmamız, iri ve diri olmamız, böylelikle bütün meydan okumaların üstesinden gelebilmemiz, ancak ve ancak toplumun ekseriyetinin içselleştirdiği bir milli kimlik bilincine sahip olmamıza bağlıdır. Günlük siyasi planlar, projeler, söylemlere bağlı olmayan, coğrafya, inanç ve etnik kimlik gibi farklılık yaratan etkenleri aşan bir milli kimlik tasavvuru… 
Bu noktada kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bireylerin kahir ekseriyetinin genel geçer bir ortak kimlik anlayışını içselleştiremediğini kaydetmekte yarar görüyorum. Bu zafiyetin gerek kısa erimli hükümet politikalarında ve gerekse genel anlamda devlet politikalarında sert çatışma alanları yarattığını görüyoruz. Bu çatışma alanlarının belirli dönemlerde kuvveden fiile dönüşmesi ise ülkemizin her sahada telafi edilemeyecek kayıplar yaşamasına neden oluyor.    
Bin yıllık tarihi referanslarımızı dikkate aldığımızda, bu topraklardaki bütün insanların birliğini sağlayan yegâne motifin İslamlık olduğunu göz ardı etmek, daha baştan milli kimlik oluşturma şansını ıskalamak anlamına gelecektir. Kaldı ki, “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünü sarf eden Mustafa Kemal’in de bu gerçeği çok iyi bildiği kanaatindeyim (Bunu görmek için kendisinin bu sözü dile getirdiği yıllardan çok sonra uygulamaya koyduğu politikalara değil, aynı dönemde yapmış olduğu konuşmalara, hatta Nutuk [1928]’a bakmak yeterlidir). Ayrıca bu sözü sarf etmekle, ırki/kavmiyetçi bir üstünlük iddiası ortaya attığı kanaatinde de değilim. Sözün sarf edildiği bağlam, muhataplar, zaman  iyi okunduğunda, bu sözün kesinlikle kavmiyetçi bir iddia gütmediği, aksine işgalci, mütecaviz, emperyalist batı akınına göğsünü siper etmiş bir milletin manevi motivasyonuna karşılık gelen bir ifade olduğu açıktır. Ancak daha sonraki yıllarda Türklük, “Türkçülük” çerçevesine hapsedilerek, ırkçı ve din dışı bir anlam örgüsü ile örülmüştür ve bu örgü Kemalizm ideolojisinin temel dinamiğine dönüşmüştür. Buna Mustafa Kemal’in şahsi katkısı başka bir bahis konusudur.
Bazı İslamcı çevrelerin sıklıkla kullandığı; “Ne her Müslüman Türk, ne de her Türk Müslümandır” aforizmasına gelince, bu ifadenin gerçekten çok yüzeysel ve derinliksiz bir yargı olduğunu vurgulamadan edemeyeceğim. Dilin zevahirini ve ilk bakışta söylediklerini dikkate alarak anlaşıldığında doğru olduğu düşünülebilecek bu yargının, pek de sağlıklı bir tahlile dayanmadığını belirtmek istiyorum (ki bu önermenin ilk kısmı da Lozan bağlamı esas alınırsa doğru kabul edilmelidir). Türk kelimesinin anlam örgüsünde en belirgin öncüllerden birisinin de İslamlık olduğunu yadsımak, olsa olsa insafsızlıktır herhalde. Sıkça dile getirildiği üzere, Balkanlarda Müslüman toplumları kastetmek üzere Türk kelimesi ön plana çıkmıştır. Hatta bu coğrafyada leksikolojik olarak Türk=Müslüman eşleştirmesi yapılmıştır. Burada, belirli bir coğrafya bağlamında da olsa, Türk kelimesinin anlam gelişmesi yaşayarak Müslümanlığı da ihata edecek yeni bir kapsam alanına sahip olduğu görülmektedir. Bazı iddialara göre, soyu etnik olarak Türklere dayanan !? Hırvatlar bile, Boşnakları “Türk” diye çağırarak küfürlerine başlamaktadır!
2010 öncesi dönemde,  bir milli kimlik çerçevesi oluşturma anlamında Recep Tayyip Erdoğan’ın Lozan Antlaşmasının yapıldığı dönemdeki psikolojik havayı referans kabul etmesi ne kadar da anlamlıydı. (Takip eden yıllarda bu söylemde meydana gelen zikzaklar da bu yazının konusu değildir!) Lozan’ın psikolojik şartlarında, “Hiçbir gayri müslim Türk değildir, ancak her Müslüman birey bir Türktür?” gibi uç bir önermeye ulaşmak pekâlâ da mümkündür. Bu önermenin hala bazı İslamcı çevrelerde taaccüple karşılanmasına anlam veremiyorum. Evet, aslında yine ifade bulduğu bağlam içerisinde (Lozan şartlarında) her Türkün müslüman, her müslümanın da Türk kabul edilmesi ne kadar doğru, ne kadar anlamlıdır! İçerisinde bulunulan şartlar nedeniyle Türk kelimesinin semantik olarak Müslüman kelimesi ile bu kadar sıkı bir biçimde örtüşmüş olması en son bir Müslüman Türkü rahatsız etmelidir diye düşünüyorum. Evet, o şartlar altında her Türk bir Müslüman, her Müslüman bir Türktür; çünkü köleleştirilemeyen, zaptedilemeyen tek İslam toprağı Türklerin temel taşını oluşturduğunu Anadolu coğrafyasıdır!
Bu coğrafyayı zaptedemeyen emperyalistler için Türklerin hedef tahtasında olmaları ancak ve ancak Müslüman olmaları nedeniyledir! Bu hakikati kabul eden (!) bazı Türklüğünü yitirmiş zavallılar, o günkü bağlam içerisinde, İslamlığı reddedip Hıristiyanlığı benimsemeyi dahi teklif etmemiş midir? Bu nedenle de bu kimseler Türk değildir, olamazlar da. Kabul etmek istemediğiniz bu hakikat çerçevesinde, Lozan’ı müteakip yapılan nüfus değişimlerinde Karaman’daki Hıristiyan Türkler Yunanistan’a gönderilmiş, diğer yandan etnik olarak Rum asıllı olan birçok Girit’li Müslüman Türkiye’ye getirilmiştir. Dolayısıyla Lozan bağlamında her Müslüman Türk kabul edilmiştir. Ama bazılarının ısrarla vurgulamaya çalıştığı anlamıyla etnik olarak Türk değil, İslam’ın taşıyıcı, koruyucu, lider unsuru olarak belirli bir coğrafyada hâkim olan bir toplum anlamında.
Ayrıca, bir toplumun kendisini tanımlaması aynı zamanda öteki/diğeri olanı tanımlamakla mümkündür. Batı paradigmasında öteki olarak Türk; doğu sınırlarında kendisini tehdit etmekte olan İslami unsurdur. Dolayısıyla bu toplum İslam olmasa, diğeri (yani varoluşsal bir tehdit) de olmayacaktır! Bu nedenledir ki hem Haçlı seferlerinde hem de Moğol istilalarında (ki her ikisi de İslam’ın köküne kibrit suyu dökmeye yeltenmiştir) hedef tahtasına konulan aslında İslam olmuştur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ki siyasal ortamı esas alarak, Mehmet Akif’e dayanıp, Türk kavmiyetçiliği güdenleri (Ziya Gökalp başta olmak üzere) eleştiren ve dahası kavmiyetçiliğin Akif’in ağzından küfür olduğunu tespit eden çok sayıda aydınımız bulunmaktadır. Akif’in Türklük vurgusunun basit bir indirgeme ile kavmiyetçilikle eşitlenmesini bir talihsizlik olarak görüyorum. Akif’in Türklük vurgularına dikkat çekerek bu talihsizliğin altını çizmek isterim: 
“Yurdu baştanbaşa viraneye dönmüş Türk’ün;
Dünkü şen, şatır ocaklar yatıyor yerde bugün
Gündüz insan sesi duymaz, gece görrnez bir ışık,
Yolcu haykırsa da baykuş gibi çığlık çığlık..”
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz”
“Yılmam ölümden, yaradan, askerim:
Orduma, ‘gazi’ dedi Peygamber’im.
Bir dileğim var, ölürüm isterim:
Yurduma tek düşman ayak basmasın
Âmin desin hep yiğitler,
‘Allahu ekber!’ gökten şehitler.
Âmin! Âmin! Allahu ekber!
Türk eriyiz, silsilemiz kahraman...
Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman
.”
Burada İstiklal Marşını da hatırlatmaya lüzum yok herhalde! (Çok yüzeysel bir bakışla, lâfzî anlamıyla, İstiklal Marşında yer alan ‘Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal’ ifadelerinde de ırkçılık yapıldığını iddia etmek mümkündür!). Etnik kökeni Türk olmayan Akif’in yukarda ifadesini bulan Türklük anlatımı bağlamında belki yüzlerce değişik ifadesi bulunmaktadır. Dolayısıyla Türklük tartışmaları çerçevesinde Akif’e dayanarak yapılacak kavmiyetçilik ithamları yerini bulmamıştır.
Türklük bu topraklar üzerinde aynı inancı, kültürü, tarihi ve emelleri paylaşan her etnik grubun ortak mirasıdır. Etnik olarak arî (!) bir Türk varlığından söz etmek budalalıktır! Velev ki bu budalalık ister Kemalizm isterse İslamcılık adına yapılmış olsun. İslamcıların bu hataya düşmeleri ne kadar da acıdır; zira hem tarihi hem de politik açıdan üzerinde durdukları temellerin sarsılmasına bizzat hizmet etmektedirler. Üst kimlik olarak Türklüğün savunulması ırkçılık değildir, aksine ırkçılığın reddedilmesidir; ümmetçiliğin reddi değil aksine ümmetçilik için elverişli zeminin araştırılması ve hazırlanmasıdır. 
Birileri Mevlana’nın Türklüğünü tartışmaya devam ededursun (!) ben, Avrupa’dan dönüşü esnasında Türk hava sahasına girdiğinde ayağa kalkan ve kendisine neden ayağa kalktığı sorulan büyük mütefekkir Muhammed İkbal’in cevabı ile yazıma nokta koymak istiyorum:
“Bu topraklar, Hazreti Mevlana’nın kabrinin bulunduğu mübarek topraklardır ve mukaddes mekânda yaşayan millet de öyle bir millettir ki, yıllarca İslam’ın muhafızlığını yapmıştır. Eğer Türk milleti olmasaydı, İslam, Arap yarımadasında hapsolurdu. Bunun içindir ki, gönlümde Hazreti Mevlana’ya ve onun necip milletine karşı sonsuz bir saygı ve ihtiram vardır. İşte bundan dolayı, yani onlara hürmeten ayağa kalktım.”
Baki selamlar aziz dostlar.

Tüm Yazılar için Tıklayınız